Ana içeriğe atla

I, Daniel Blake: Ken Loach'un Marksist estetiği


Avrupa ülkelerini nasıl bilirsiniz? Demokratik, eşitlikçi, insan haklarına saygılı, refah seviyesi yüksek, ücretlerin açlık ve yoksulluk sınırının üstünde olduğu ülkeler...Peki, İngiltere'yi nasıl bilirsiniz? Demokrasinin beşiği ve yukarıda saydığım diğer bütün nitelikler aklınıza gelebilir. Bunların dışında kraliyet ailesi, Brexit (Ortak para birimi Euro'yu terk etme meselesi), her daim yağmurlu oluşu da gelebilir aklınıza ancak anlatmak istediğim bunlar değil tabi.

Bu yazıda sizlere İngiltere'yi, daha da genişletirsek Birleşik Krallığı (Büyük Britanya - İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda, Galler) yalın ve gerçekçi sinema diliyle, kaba güldürüye meyletmeden komik yönleriyle ve en önemlisi de Marksist bakış açısıyla anlatan büyük yönetmen Ken Loach'tan ve  2016 Cannes Film Festivali'nde büyük ödül Altın Palmiye'yi kazandığı son eseri "I, Daniel Blake" (Ben, Daniel Blake) isimli filmden bahsetmek istiyorum.

Yirminci yüzyılın en etkileyici yönetmenlerinden biri olan, bugün artık 80 yaşındaki Ken Loach'u bir yazının sınırları içinde hakkını vererek anlatmak neredeyse imkansız. Ancak onun sinemasına yön veren Devrimci Marksist karakterini öne çıkaran, kendisini birçok muhalif sanatçıdan ayıran özelliklerini iki örnek olayla anlatabilirim.

Türkiye'de "Hayata çalım at" ismiyle gösterilen "Looking for Eric" filmiyle, 2009 yılında Melbourne Film Festivali'nde yarışan Loach, festivalin sponsorları arasında İsrail devletinin de bulunduğunu öğrenince filmini geri çeker ve gerekçesini şöyle dile getirir: "Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu`daki politikalarını gözden geçirmeli." 

2012 Toronto Film Festivali'nde "Yaşam Boyu Onur" ödülüne layık görülen Ken Loach ödülü reddeder. Çünkü festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi organizasyonu taşeron şirkete vermiştir. Dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi orada da taşeron şirket, işçileri düşük ücretlere güvencesiz koşullarda çalıştırmaktadır ve bu haksızlıklara direnen işçileri işten atmıştır.

Gelelim yönetmenin son filmine. Filmi 12. İşçi Filmleri Festivali kapsamında izleme fırsatı buldum. Loach, "I, Daniel Blake" filmi için İngiltere'nin Kuzey Doğu bölgesinde yer alan Newcastle kentini seçmiş. Ülkemizde birçok kişi Newcastle United isimli köklü futbol kulübünden ötürü bu kentin ismine aşinadır. Ken Loach, birçok filminde olduğu gibi burada futbolla ilgili göndermelere başvurmuş.


İsminden de anlaşılacağı üzere filmin esas karakteri Daniel Blake. Elli yaşını aşmış bir marangoz olan Daniel, kalp rahatsızlığıyla boğuşmaktadır ve doktoru bir süre çalışmaması gerektiğini söylemiştir. İşini çok seven Daniel'ın bu durumdan hiç de memnun olmadığını daha filmin ilk sahnesinden anlıyoruz. Siyah ekranla perdeye yansıtılan sahnede, Daniel Blake'in  işsizlik sigortasına başvurduğunu, ancak bu haktan yararlanmak için, deyim yerindeyse ahiret suallerine maruz kaldığına tanık oluyoruz. "Demokrasinin Beşiği" olarak bilinen İngiltere'nin, işçi sınıfının 20. Yüzyıl boyunca kazandığı birçok sosyal hakkı tırpanlama konusunda öncülüğü elinde bulundurduğunu anlıyoruz. Çünkü devlet, milyonlarca işçinin emekçinin yaşamını doğrudan etkileyen işsizlik fonunun kontrolünü özel bir şirkete devretmiştir. Bu şirket de işçiye hakkını vermemek için her türlü zorluğu çıkarmak adına bin türlü prosedür uygulamaktadır. Nitekim, doktoru kesinlikle çalışmaması gerektiğine dair rapor verdiği halde şirket, çalışabileceğine kanaat getirdiğini ve işsizlik yardımının kesileceğini Daniel'a bildirir.

Filmin paralel hikayesinin kahramanı diyebileceğimiz Katie ile de burada tanışır Daniel Blake. Şirket, iki çocuğuyla dul kalmış genç bir kadın olan işsiz Katie'ye Londra'dan ayrılıp Newcastle'a yerleşmesi şartıyla yardım yapabileceğini söylemiştir. Çünkü Newcastle Londra'ya göre çok daha ucuz bir kenttir ve Katie gibilerin ancak oralarda yaşama şansı vardır(!) İşsizlik fonunu adeta sömüren kuruluş, bununla da yetinmez: Şehirler arası uzun bir yoldan geldiği gerçeğini hesaba katmadan, Katie'nin görüşmeye on beş dakika geç kalmasını gerekçe göstererek kendisine yapılacak yardımın kesileceğini bildirir.


Ken Loach filmlerinde görmeye alıştığımız o çok sıcak dostluk ve dayanışma ilişkisi Daniel, Katie ve onun çocukları arasında kurulur. Bilgisayar bile kullanmayı bilmediği için işsizlik yardımına başvurmakta sorun yaşayan Daniel, kendi derdini bir kenara bırakıp hiçbir karşılık beklemeden Katie ve çocuklarına destek olmaya başlar. Ancak Daniel'ın su ve elektrik tesisatını onarması, çocukların odalarını marangozluk becerileriyle güzelleştirmesi Katie ve çocuklarının karnını doyuramaz. En kötüsü de hem çalışıp hem de üniversite öğrenimine devam etmek isteyen Katie'nin eskortluk yapmasına engel olamaz. Kapitalist düzen, parası olmayana, hem de iki çocuklu dul bir kadına fazla şans tanımaz: Ya düşük ücretlere saatlerce çalışacaksın ya da daha çok kazanmak için bedenini satacaksın! Katie'nin durumuna çok üzülen Daniel, kendi durumunu da düzeltememiş, canından bezdiren işsizlik fonu prosedürleriyle başa çıkamamıştır. Fakat yine de vazgeçmez: Bireysel protesto gösterisi karakolda son bulsa da yoldan geçen halkın büyük desteğini kazanır. Sonunda büyük bir umutsuzluğa kapılan Daniel, Katie'nin desteğiyle tekrar ayağa kalkar.

Filmle ilgili takıldığım tek nokta, Ken Loach'ta görmeye çok da alışık olmadığımız şekilde umutsuz bir havayla sona ermesi oldu. Hemen her filminin sonunda adil, eşitlikçi, sömürüsüz bir dünya için mücadelenin devam ettiği ve edeceğine dair mesaj veren yönetmen bu sefer nedense böyle bir mesaj vermemiş. Bunun dışında, senaryo ve karakterle tutarlılık gösteren, Britanya'ya özgü espri anlayışı burada da yüzümü güldürdü. Öte yandan Ken Loach, işçi emekçi, işsiz, yoksul insanların dayanışmasının değerini ve sıcaklığını da yine ustalıkla yansıtmış. Sinemada dürüstlük ve gerçekçiliğin Marksist estetikle nasıl etkili olabileceğini bir kez daha ispatlamış.

Duyduğum kadarıyla film artık internet platformlarından izlenebiliyor Bunun dışında, Ken Loach'un "Land and Freedom" (Toprak ve Özgürlük), "Riff-Raff" (Ayak Takımı), "Navigators" (Demiryolcular), "Angel's Share" (Meleklerin Payı), "The Wind That Shakes the Barley" (Özgürlük Rüzgarı), "Jimmy's Hall" (Özgürlük Dansı), "Looking for Eric" (Hayata çalım at) gibi filmlerini izlemenizi tavsiye ederim, pişman olmazsınız.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fareler ve İnsanlar ne vaat ediyor?

İstanbul Temaşa Tiyatrosu 2016-2017 sezonuna üç yeni oyunla girerken, hiç kuşku yok ki bunlar arasında en dikkat çeken ve merak edilen oyun  John Steinbeck'in yazdığı, Onur Atacan'ın uyarlayıp yönettiği Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men). İlk kez 1937'de yayımlanan kısa roman (novella), Steinbeck'in dünya çapında tanınmasını sağladı. Defalarca sinemaya uyarlanan ve ülkemizde de farklı tiyatro ekipleri tarafından sahnelenen Fareler ve İnsanlar, yazarın tiyatro versiyonuyla birlikte kaleme aldığı ilk ve tek eseri. Oyunun Konusu Fareler ve İnsanlar, ABD'de 1929'da başlayan ve dünyanın hemen yerini etkisi altına alan ekonomik kriz; Büyük Depresyon (kimi kaynaklarda Büyük Buhran olarak da adlandırılır) döneminde, Kaliforniya'da çiftlikten çiftliğe sürekli yer değiştiren göçmen tarım işçileri George ve Lennie'nin hikayesini anlatıyor. Eğitimsiz ancak zeki bir adam olan George ile iri yarı, çok güçlü ancak zihinsel engelli Lennie'nin dostluğu, ...

Genç Karl Marx ya da Avrupa'da faşizm hayaleti dolaşıyor

Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Faşizm hayaleti. Fransa’da, Avusturya’da, Almanya’da, Yunanistan’da ve Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi demokrasi, eşitlik, çalışma koşullarının durumu konularında örnek gösterilen Avrupa ülkelerinde faşist ve ırkçı partiler son on yıl içinde büyük güç kazandı. Sadece bir hafta önce Norveç hükümeti, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) diye adlandırılan, fakat yaptığı katliamlarla ismine hiç de uymayan kötü bir üne sahip olan örgüte destek olması için özel askeri kuvvetlerini Suriye’ye gönderdi. Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx- orijinal ismi Almanca değil Fransızca) filmini izledikten sonra film hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmayı planlamıştım. Marx, Engels ve Marx’ın eşi Jenny’nin Komünist Manifesto’yu yayına hazırlamak için yoğun bir şekilde çalıştıkları sahneyi gördükten sonra bir çağrışımlar silsilesi beni yukarıdaki paragrafı yazmaya itti. Çünkü söz konusu meşhur ifade, filmde de “komünizm hayaleti” şeklinde çevrilmiş. Komünist Manifest...

Bir kadın işçinin trajikomik hikâyesi: Kul

Yeni bir haftaya İstanbul'da güneşli bir günle başlarken herkese merhaba! Geçtiğimiz günlerde tanınmış bir yayınevinde çalışan bir arkadaşımla tiyatro, sinema, edebiyat üzerine sohbet ederken, son yıllarda öne çıkan yerli yazarları daha çok okumam gerektiğini söyledi. Seray Şahiner'i özellikle tavsiye etti. Ben de tavsiyeye uyarak fazla vakit kaybetmeden yazarın yayımlanan son romanı Kul 'u edindim. Açıkçası Seray Şahiner'i daha çok gazeteciliğiyle biliyordum. Kendisini uzun zamandır sosyal medyada takip ettiğim halde herhangi bir kitabını okumamıştım. Halihazırda başka bir roman okuduğumdan  Şahiner'in edebi kimliğiyle tanışmak için birkaç gün daha geçmesi gerekti. Nihayet  Kul 'u okumaya başladım ve yazarın çok keyifli diliyle karşılaşınca daha ilk sayfalarda heyecanım ve merakım katmerlendi. Romanın başkarakteri, hayatını apartmanların merdivenlerini silerek kazanan temizlik işçisi Mercan. Aslında bu romanda başka herhangi bir karakter yok. Yazarın ...