Ana içeriğe atla

Kolera Günlerinde Aşk ve Hollywood


Devasa film endüstrisinin doymak bilmez ihtiyaçlarına cevap verebilmek için her daim arayış içinde bulunan Hollywood şirketleri, kitap uyarlamalarına sıkça başvuruyor. Bu bağlamda dünya klasikleri, modern klasikler ve çok satanlar (Bestseller) gişe başarısını garantilemek isteyen yatırımcıların, yapımcıların, senaristlerin ve yönetmenlerin iştahını her zaman kabartıyor.

Sektörün çarklarının çok satan kitapların orijinal metnini nasıl bozup parçaladığıyla pek ilgilenmiyorum doğrusu. Ancak klasikler söz konusu olduğu zaman, insanevladının ortak belleği, kültürü diyebileceğimiz bu eserlere Amerikan sinema endüstrisinin verdiği zararlar büyük boyutlara ulaşıyor ve çok üzücü oluyor. Aynı durum, tarihe yön vermiş olaylardan uyarlanan filmlerde de yaşanıyor maalesef.

Dünyaca ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in (1927-2014) Kolera Günlerinde Aşk (El amor en los tiempos del cólera) isimli muhteşem romanı da Hollywood uyarlamasında özünden koparılarak izleyiciye sunuldu.

Yönetmen Mike Newell'ın aynı isimle 2007 yılında beyaz perdeye taşıdığı filmin senaryosunu Ronald Harwood yazmış. Başrolleri Javier Bardem (Florentino Ariza), Giovanna Mezzogiorno (Fermina Daza) ve Benjamin Bratt (Dr.  Juvenal Urbino) paylaşmış.

Romanın ana konusu, gençliğinde Fermina Daza tarafından aşağılayıcı bir şekilde terk edilmesine rağmen elli yıl boyunca aşkına sadık kalan Florentino Ariza'nın tamamen bu şiddetli tutkusunun etkisiyle yaşadığı, deyim yerindeyse "aşk resm-i geçidi"dir. Ancak romanıyla ilgili bir söyleşide kendisinin de belirttiği gibi Marquez'in tuzağına düşmemek için çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü bireyi temel alan anlatım tarzıyla liberalizmin doğurduğu bir tür olan romanın bu başat özelliğine aykırı eserler veren Marquez, hiçbir zaman sadece bir karakteri ya da bir olayı anlatmaz. Daha kitabın isminden başlayarak okuyucuyu bulmacalar ve kelime oyunlarının içine çeker. Zekasını zorlamak ister. Nitekim hepimizin bildiği kolera terimi İspanyolca'da da salgın bir hastalığı ifade etmek için kullanılırken, tutku ve hiddetli anlamlarında da kullanılmaktadır. Romanın son bölümünde, gemi kaptanının Florentino Ariza'nın isteği üzerine hiçbir limana uğramadan geri dönmenin tek şartını, sarı bayrak asarak gemide veba salgını olduğunu duyurmak şeklinde ifade etmesi de yine aşkı korkunç bir hastalığa, illete benzetmenin metaforik ifadesi olarak öne çıkmaktadır.

Yazar, okuyucuya roman boyunca romantik aşkın birçok farklı formunu gösterirken, bir taraftan da onu genel ahlaka uygun ideal sevgiyle ahlak dışı olan arasında karar vermeye, yargıda bulunmaya zorluyor.

Hikâye Kolombiya'da, Karayip denizi ile Magdalena nehri yakınlarında, adı belirtilmeyen bir liman şehrinde geçer. Ancak çeşitli yer adları ve tanımlamalar, buranın sömürgeciliğe karşı mücadelede çok önemli bir yere sahip olan Cartagena şehri olduğunu düşündürmektedir. İçinde Kolombiya, Venezuela, Ekvador, Panama ve Peru'nun bulunduğu ve o dönem "Büyük Kolombiya" olarak adlandırılan bölgeyi, 1821 yılında İspanyol sömürgesinden kurtaran devrimci önder Simón Bolívar'ın "kahraman şehir" (la heroica) unvanını verdiği Cartagena'da... Görkemli tarihine bakınca Marquez'in romanına mekan olarak bu şehri seçmesinin tesadüf olmadığı kolaylıkla anlaşılıyor.

Mike Newell imzalı filmde ise yukarıda saydıklarımızın -ki romanın gövdesinde daha fazlası da var- çok azını görebiliyoruz. Yönetmenin orijinal metindeki her şeyi göstermesi hem imkansız hem de gereksizdir zaten. Ancak eserin ruhunu, sözünü yansıtan, bütünün ayrılmaz parçasını oluşturan düşüncelerin yok sayılması kabul edilemez. Marquez'in büyüleyici üslubuyla,  Kolombiya'da geçen bir hikâyenin İspanyolca değil de İngilizce olarak sinemaya aktarılması daha en başta dil estetiğini yerle bir ediyor.

Sömürgeci kaşif Kristof Kolomb'un ismini alan ülkede Bolivar'ın ölümünden sonra (1830) çalkantılar durmak bilmez. Özellikle ABD'nin emperyalist müdahaleleri 1921 yılına kadar büyük yıkımlara, karışıklıklara, gerginliklere sebep olur. Marquez'in romanı da 1880-1930 arasındaki elli yıllık sürede geçer. Fakat filmde ülkenin tarihine iz bırakan ve hatta bugününe bile yansıyan olaylara rastlamak pek mümkün değil. Dolayısıyla Newell, yazarın yarattığı atmosfere de sadık kalmamış.

Yazar Gabriel Garcia Marquez, romanının baş karakteri Florentiono Ariza'yı karizmatik, sempatik, sapık, tecavüzcü ve katil olmak üzere her yönüyle okuyucuya gösterirken, yönetmen Mike Newell, Hollywood'un alışkın olduğumuz muhafazakar yaklaşımıyla Ariza'nın birçok kötü yönüne seyirciden gizlemiş.

Shakira'nın muhteşem sesinden dinlediğimiz şarkılar da dönemin ruhunu hissettirmekten uzak kalmış.

Benim için Kolera Günlerinde Aşk filmini izlenebilir kılan tek unsur ise Florentino Ariza'yı canlandıran Javier Bardem'in kusursuz oyunculuğu. Yazarın ne demek istediğini tam olarak anlayan tek kişinin usta oyuncu Bardem olduğunu düşüyorum. İspanyol olmasının da bu filmdeki başarısına katkı sağlamıştır muhtemelen. Ancak bu denli karmaşık bir karakteri elli yıllık bir yaşam kesiti içinde abartıya kaçmadan, etkileyici nüanslarla, fiziksel değişimlerini titizlikle hesaba katarak canlandırmasıyla filmdeki diğer tüm oyuncuları gölgede bırakıyor.  Fermina Daza rolünde Giovanna Mezzogiorno ise tam bir hayal kırıklığı yarattı bende. Açıkçası bu role uygun olmadığı da film ilerledikçe göze çarpıyor. Bu bağlamda Javier Bardem'i kusursuz bir şekilde yaşlandıran makyaj ekibinin aynı özveriyi Mezzogiorno'ya neden göstermediğini anlamak pek mümkün değil.

Filmi izledikten sonra, Marquez'in böyle bir uyarlamaya nasıl izin verdiği sorusu aklıma takıldı doğal olarak. Bu konuda tatmin edici bir kaynağa ulaşamadım şu ana kadar. Şimdilik,  senaryonun tamamını okusaydı kesinlikle izin vermezdi diye uç bir düşünce öne sürmekle yetiniyorum.

Bütün bu yazdıklarımdan hareketle sizlere tavsiyem; filmi izleyerek değerli zamanınızı harcamak yerine, Kolera Günlerinde Aşk romanını okuyarak hayal gücünüzün sınırlarını zorlamanız ve çok keyifli vakit geçirmenizdir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fareler ve İnsanlar ne vaat ediyor?

İstanbul Temaşa Tiyatrosu 2016-2017 sezonuna üç yeni oyunla girerken, hiç kuşku yok ki bunlar arasında en dikkat çeken ve merak edilen oyun  John Steinbeck'in yazdığı, Onur Atacan'ın uyarlayıp yönettiği Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men). İlk kez 1937'de yayımlanan kısa roman (novella), Steinbeck'in dünya çapında tanınmasını sağladı. Defalarca sinemaya uyarlanan ve ülkemizde de farklı tiyatro ekipleri tarafından sahnelenen Fareler ve İnsanlar, yazarın tiyatro versiyonuyla birlikte kaleme aldığı ilk ve tek eseri. Oyunun Konusu Fareler ve İnsanlar, ABD'de 1929'da başlayan ve dünyanın hemen yerini etkisi altına alan ekonomik kriz; Büyük Depresyon (kimi kaynaklarda Büyük Buhran olarak da adlandırılır) döneminde, Kaliforniya'da çiftlikten çiftliğe sürekli yer değiştiren göçmen tarım işçileri George ve Lennie'nin hikayesini anlatıyor. Eğitimsiz ancak zeki bir adam olan George ile iri yarı, çok güçlü ancak zihinsel engelli Lennie'nin dostluğu, ...

Genç Karl Marx ya da Avrupa'da faşizm hayaleti dolaşıyor

Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Faşizm hayaleti. Fransa’da, Avusturya’da, Almanya’da, Yunanistan’da ve Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi demokrasi, eşitlik, çalışma koşullarının durumu konularında örnek gösterilen Avrupa ülkelerinde faşist ve ırkçı partiler son on yıl içinde büyük güç kazandı. Sadece bir hafta önce Norveç hükümeti, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) diye adlandırılan, fakat yaptığı katliamlarla ismine hiç de uymayan kötü bir üne sahip olan örgüte destek olması için özel askeri kuvvetlerini Suriye’ye gönderdi. Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx- orijinal ismi Almanca değil Fransızca) filmini izledikten sonra film hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmayı planlamıştım. Marx, Engels ve Marx’ın eşi Jenny’nin Komünist Manifesto’yu yayına hazırlamak için yoğun bir şekilde çalıştıkları sahneyi gördükten sonra bir çağrışımlar silsilesi beni yukarıdaki paragrafı yazmaya itti. Çünkü söz konusu meşhur ifade, filmde de “komünizm hayaleti” şeklinde çevrilmiş. Komünist Manifest...

Bir kadın işçinin trajikomik hikâyesi: Kul

Yeni bir haftaya İstanbul'da güneşli bir günle başlarken herkese merhaba! Geçtiğimiz günlerde tanınmış bir yayınevinde çalışan bir arkadaşımla tiyatro, sinema, edebiyat üzerine sohbet ederken, son yıllarda öne çıkan yerli yazarları daha çok okumam gerektiğini söyledi. Seray Şahiner'i özellikle tavsiye etti. Ben de tavsiyeye uyarak fazla vakit kaybetmeden yazarın yayımlanan son romanı Kul 'u edindim. Açıkçası Seray Şahiner'i daha çok gazeteciliğiyle biliyordum. Kendisini uzun zamandır sosyal medyada takip ettiğim halde herhangi bir kitabını okumamıştım. Halihazırda başka bir roman okuduğumdan  Şahiner'in edebi kimliğiyle tanışmak için birkaç gün daha geçmesi gerekti. Nihayet  Kul 'u okumaya başladım ve yazarın çok keyifli diliyle karşılaşınca daha ilk sayfalarda heyecanım ve merakım katmerlendi. Romanın başkarakteri, hayatını apartmanların merdivenlerini silerek kazanan temizlik işçisi Mercan. Aslında bu romanda başka herhangi bir karakter yok. Yazarın ...