Suphi Varım’ın “Simirna Kızılı” isimli romanı, Labirent Yayınları tarafından Nisan 2016’da yayımlandı. İsminden de anlaşılacağı üzere bu romanın ana mekânı İzmir. Simirna, daha doğrusu Smyrna (Yazar, okuduğumuz gibi Türkçeleşmiş
haliyle yazmayı tercih etmiş) İzmir’in eski adı. Hatta Yunanlar, tarihlerinde
çok önemli bir yeri olan kent için halen bu ismi kullanıyorlar diye biliyorum.
Ayrıca, günümüzde Konak ilçesinin sınırları içinde kalan Antik kentin de adı
Symrna.
En baştan
belirtmeliyim ki yazarla bu kitap sayesinde tanıştım. Önceki romanlarını da
okuma isteği uyandıracak kadar keyif aldığımı söyleyebilirim bu politik
polisiyeden. Nedenlerini aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım.
Hikâye, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra başlıyor
ve Yunan Ordusu’nun işgal etmek üzere
İzmir’e çıkmasına kadar devam ediyor. Tabi bu arada İngiliz, Fransız ve İtalyan
işgal kuvvetleri de şehirde kol geziyor.
Trablusgarp, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı derken
bitap düşmüş bir ülkenin, bir şehrin insanları…
Yıl 1918… Emperyalist Paylaşım Savaşı sona ermiş. Yaklaşık
bir yıl önce, Rusya’da tarihin gördüğü ilk başarılı komünist devrim, yani Ekim
Devrimi yaşanmış. Daha çocukluk günlerini yaşayan devrim, on dört düvele karşı
bir iç savaşa girmek, işçi sınıfının iktidarını savunmak zorunda kalacak kısa
süre sonra…
İşte böyle bir ortamda, Sovyetler Birliği’nin ilk istihbarat
teşkilatı ÇEKA’ya mensup bir ajan; Sergey Andreyev çıkıyor sahneye. Kendisi
romanın kahramanı. Emperyalist devletlerin faaliyetlerine karşı istihbarat
topladığı İstanbul’dan, Yunan Ordusu’nun işgal edeceği söylentileri üzerine
Simirna’ya gönderiliyor. Kuşkusuz diğer işgalciler hakkında bilgi toplaması da
gerekecek.
Tabiri caizse yetmiş iki milletin yaşadığı, kadim
uygarlıklara merkez olmuş kente varınca, bir süredir orada faaliyet yürüten
yoldaşının bir cinayete kurban gittiğini öğreniyor. Andreyev’in bu cinayeti
kimin, neden işlediğini araştırırken dolaştığı İzmir sokakları, caddeleri,
gayrimüslim mahalleleri bir bir gözümüzün önüne geliveriyor. Romanın, daha
doğru bir ifadeyle Suphi Varım’ın kaleminin en güçlü tarafı da bu bence. Diğer
kitaplarını okuduktan sonra fikrim değişir mi bilmiyorum?
Yaklaşık yüz yıl önceki iş hanları, çarşılar, tiyatro
salonları, fabrikalar… Hayat normale dönmek zorundadır. Karaborsacılar,
ithalat-ihracat yapanlar, sanayiciler savaş boyunca yaptıkları vurgunları
artırmanın peşindedir. Romanın kurgusuyla çok tutarlı bir işleyiş sayesinde
savaşa hep yoksul ailelerin çocuklarının gittiği, savaş çığırtkanlığı yapan bakanların, mebusların
(milletvekillerinin) zenginlerin, bürokratların, din adamlarının kendi çocuklarını bir şekilde askerlikten uzaklaştırdığına dikkat
çekiyor yazar. Ne kadar tanıdık değil mi? Savaş tezkereleri, şehit düşen askerlerin basında ve medyada gördüğümüz evlerinin dışından ve içinden taşan
yoksulluk…
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Osmanlı’yı Almanya’nın
yanında Emperyalist Savaşa sokup halkı felakete sürükleyişi de okurun gözüne
sokulmadan, İzmirli Türklerin İttihatçı subaylara gösterdikleri büyük tepkiyle,
biçim-içerik uyumuna riayet edilerek anlatılıyor.
Kahramanımız Sergey Andreyev’in Marksizmi benimsemesi,
Bolşeviklere katılışı, İzmir’de tanık olduğu trajedilerin yarattığı çağrışımlar
sonucu, geçmişinden hafızasına kazınmış çeşitli
olaylar vasıtasıyla sunuluyor. Kapitalistlere, Rus toplumunu türlü felaketlere,
açlığa ve sefalete mahkûm eden Çar’a ve Çar yanlılarına karşı duyduğu sınıf
kininin, ‘başka bir dünya mümkün’ anlayışıyla mücadeleye atılmasına vesile
olmasına da çağrışımlar yoluyla tanık oluyoruz.
İşçi sınıfının öncülüğünde tüm ezilenlere kurtuluş vaat eden
bir düzenden gelip İzmir’de karşılaştığı köle pazarına karşı gösterdiği
duygusal tepki de kahramanımızın karakterine dair ipuçları veriyor. Romanı
okurken karşılaştığım tutarsızlık emaresi taşıyan tek kısım, Andreyev’in
bireysel intikam duygusuyla bir bankeri öldürmesi…Geçmişinden hatırladığı bu
sahnede, bankerin konağını Bolşevik hücreden aldığı el bombalarıyla patlatıyor.
İlk bakışta normal görünebilir ancak incelediğimiz birçok kaynaktan hareketle
biliyoruz ki Ekim Devrimi’nin öncüsü Bolşevik Parti, bireysel intikam
eylemlerine kesinlikle karşıdır ve üyelerinden herhangi biri bu tür bir eyleme
girişirse şiddetle cezalandırır. Böyle birinin istihbarat teşkilatında görev
alması söz konusu bile olamaz. Çünkü söz konusu girişimler güvenlik açığı
yaratır ve faaliyetin gizliliğini tehlikeye atar. Ayrıca, değiştirilmek istenen
çok iyi örgütlenmiş bir sömürü düzenidir ve onun çok çok küçük bir parçası olan
birini sırf intikam duygusuyla ortadan kaldırmak sonucu değiştirmeyecektir.
Romanın başkarakteri gibi herhangi bir Bolşevik yine de kendine hâkim olamayıp
benzer bir eylem düzenleyebilir. Ancak en azından bir iki cümleyle karşılığında
partinin verdiği tepki ifade edilebilirdi diye düşünüyorum. Bunun dışında, belki
milliyetçilik eleştirisi de daha detaylı ve vurgulu işlenseydi, anlaşılırlığı
kuvvetlendirirdi.
Bence Simirna Kızılı’nın en canlı kişisi Madam Minerva…Suphi
Varım, Sergey Andereyev’in kaldığı pansiyonun sahibini öyle ince detaylar,
çarpıcı ve inandırıcı hayat hikayesi ve gerçekçi diyalogları ile yazmış ki
etkilenmemek mümkün değil.
Diyalog demişken, yazarın önemli bir başarısı da burada
yatıyor. Roman, hikaye, tiyatro oyunu, sinema senaryosu….Hangi tür olursa
olsun,Türk yazarların birçoğunun diyalog yazma konusundaki başarısızlığı düzenli
okuyan herkesin malumudur. Ancak Suphi Varım, gerek Türkçe konuşmalarda gerekse
bu konuşmaların arasına sıkıştırdığı Rumca ve Rusça cümlelerle bu konudaki
gözlem yeteneği ve bilgi haznesini akıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu topraklarda yaşanmış büyük yıkımların izlerini, ardından
gelecek büyük kurtuluş mücadelesinin ilk izlerini bu topraklarda doğmuş ve
büyümüş bir yazarın kalemiyle sürmek isterseniz, Simirna Kızılı size hem
keyifli bir yolculuk sunacak hem de Birinci Dünya Savaşı ve sonrasına dair
yeniden okuma hevesi kazandıracak.
Yorumlar
Yorum Gönder